MÜJDE IŞIL- Pandemi döneminde vizyona girip gişeyi coşturan “Spider-Man: No Way Home/Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok” nostaljik hamleleriyle süper kahramanın hayranlarını yıllar öncesine götürmüş, güldürürken gözleri de yaşartmıştı. Açıkçası buna benzer bir hamlenin yeniden yapılıp yeniden başarılı olabileceğini tahmin etmezdim ama “The Flash” bu açıdan şaşırtacak kadar iddialı.
Adli tıpta çalışan Barry Allen bir yandan The Flash gücüyle Batman’e yardım edip kötülere karşı savaşırken bir yandan da normal hayatında, cinayete kurban giden annesinin yasını tutmakta ve onu öldürmekle suçlanan babasının masum olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Barry hızıyla geçmişe gidebildiğini fark ettiğinde annesini kurtararak tüm bu kötü süreci değiştireceğini düşünür. Oysa geçmişte yaptığı her değişiklik geleceği etkiler.
Duygusal buluşma
Elbette “The Flash”ın işi “Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok”tan çok daha kolay. Zira hem öncülü bir filmin izinden gidiyor hem de çok daha eskilerden feyz alıyor. Barry Allen da tıpkı Nolan’ın Batman’i gibi aile travması yaşıyor, Tom Holland’lı “Örümcek-Adam” serisindeki gibi süper gücüyle nasıl yetişkin olabileceğini kestiremiyor. Dikkatli sinemaseverler “The Shawshank Redemption/Esaretin Bedeli” gibi başka filmlere de mini göndermeler yakalayacaktır elbet ama filmin ana mevzusu kelebek etkisi ve “Back to the Future/Geleceğe Dönüş”. Film “Geleceğe Dönüş”ün içinde yoğruluyor resmen. Marty McFly’ın geçmişte attığı her adım nasıl anne-babasının geleceğini değiştiriyorsa Barry’de annesini hayata döndürmek için attığı her adım sadece kendisinin değil, diğer süper kahramanların da geleceğini etkiliyor. Batman’in dediği gibi trajediyi, kayıpları hayatımızdan çıkardığımızda biz, biz olmaktan uzaklaşıyoruz. Ömrü boyunca o trajedinin yaralarıyla yaşamak, acılarla boğuşmak insanı kusurlu ama güçlü bir bireye dönüştürüyor. “The Flash” bu öykünme işini kolaycı bir kopyalamaya değil, kendi karakterinin olgunlaşma yolculuğuna dönüştürüyor. Tabii bunu yaparken “Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok”vari bir nostaljiye de başvuruyor. Eski Örümcek-Adam Tobey Maguire ile buluşmanın (çok daha eskiye dayanan) benzerini Batman’lerle yaşatıyor bizlere ve yine gözler doluyor.
Filmde o çok kahramanlı “Adalet Birliği” filmlerinden farklı bir ruh hâli var. Büyük düşmana karşı birleşen süper güçlerden ziyade gücü altına ezilenleri, güç ortaklığını domine edemeyenleri izliyoruz bu sefer. Sürpriz kahramanı ile me too hareketine selam göndermeyi de ihmal etmiyor. Yaralı süper kahraman mitinin izinde gitse de mevzuyu Nolan’ın karanlığına çekmeyen “The Flash”ın hayli eğlenceli bir finali olduğunu da ekleyelim.
Film, korku ve paranoyayı temel alarak ilk bakışta göz dolduruyor.
Anderson’laşmanın yoruculuğu
Wes Anderson’ın “Asteroid City/Asteroit Şehir”inin kadrosu ve afişi ortaya çıktığından beri heyecandaydık. “The Grand Budapest Hotel/Büyük Budapeşte Oteli”nden beri çok da verimli olmasa da özgün mizahı ve renkli dünyası ile her filmi için hâlâ kredisi var. “Asteroit Şehir” de korku ve paranoyayı temel alarak ilk bakışta göz dolduruyor. Bir tiyatro oyunu izliyoruz aslında. Siyah-beyaz fonda bu oyunun nasıl yaratıldığı anlatılırken renkliye geçerek 1955 yılının çöldeki bir kasabasına ayak basıyoruz. Askeri uzay programı öğrencileri ve aileleri bir yarışma için burada. Hikâyenin geçtiği zamana bakarsak soğuk savaş dönemi ve uzaylı dahil düşman korkusunun ABD’nin ruhuna hâkim olduğu dönemi simgeliyor. Belki de Anderson bunu sadece dönemsel depresyon olarak görmüyor; Trump ve destekçilerine yönelik olarak bugünle de eşleştiriyor. Ancak filmin Anderson ve Roman Coppola imzalı senaryosu o kadar hantal ki rengârenk dünyası biçimi büyütürken, birbirinden ünlü oyuncuları içeriği zenginleştirirken hikâye yol alamıyor bir türlü. Anderson’ın yenilenmeye ihtiyacı var belli ki. Woody Allen’ın “Match Point”te yaptığı gibi radikal bir değişime belki de… Yoksa ünlü oyuncuları bir araya getiren yönetmen sıfatından daha öteye gidemeyecek gibi.